30 Haziran 2016

Rezonans Kanunu – İsteklerin Yönetimi

 
Üzerinde çokça yazılan ve konuşulan Rezonans (Titreşim) Kanunu hakkında uzun fakat açıklayıcı bir yazı paylaşmak istiyorum. Keyifli okumalar :)
 *******
Düşünce gücümüzle maddeye etki edebilir miyiz?
Kim olmayı istiyorsun?
İsteklerimizi hangi yolla yayıyoruz?
ideal partneri yaşamımıza çekmemizi sağlayan en uygun rezonans alanını nasıl oluştururuz?
Rezonans alanın yazılı ve görsel izlenimlere nasıl tepki verir?
Eğer istediğimiz sonuçları elde etmeye çalışıyorsak; düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalıyız. Çünkü hissettiğimiz ya da düşündüğümüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur ve biz isteklerimizi yönetebiliriz.
İmkansız, sadece bizim imkansız olduğunu düşündüğümüz şeydir.
Belki de şu anda imkansız olduğunu düşündüğün şey, işte bu sınırsız olanakların imkansız olmadığı fikridir. Öyleyse bu senin şahsi kanaatindir. Bunun doğru ya da yanlış; iyi ya da kötü bir tarafı yok. Bu senin, kendi kanaatindir ve yaşamın da bu doğrultu da ilerleyip gelişecektir.
Ama ya hayat görüşün ve inandıkların yanlış bilgi ve olgulara dayanıyorsa?
En yeni bilimsel araştırmalar, duygu, düşünce ve inançlarımız sayesinde olduğumuzu, hiçbir şüpheye yer bırakmazsızın ispatlıyor. Zira duygularımızla desteklenmiş ve kaydedilmiş inançlarımız muazzam bir rezonans alanı oluşturuyor. Ve bu rezonans alanındaki titreşimlerle uyum içinde olan her şey, evet dünya üzerindeki her şey, bu titreşime ayak uydurmak durumunda kalıyor.
Demek ki asıl soru şu: Sen şu anda hangi rezonans alanını oluşturuyorsun? Ve bu soruyla kendimizi konunun tam ortasında buluyoruz.
Rezonans Nedir?
Resonantia = Akis
Rezonans = Eko, yankı, titreşim
Rezonans Kanunu, evrendeki her şeyin birbirleriyle titreşimler aracılığı ile nasıl iletişim halinde olduğunu anlamamızı sağlar. Vücudumuzun her bir organı ve hücresi de dahil olmak üzere dünyadaki bütün nesnelerin ve canlıların kendilerine has bir titreşimleri vardır. Bu, madde içinde böyledir. Maddenin titreşim enerjisini incelediğimizde farklı objelerin genellikle farklı frekanslarda titreştiğini görürüz. Bazıları da aynı ya da benzer frekansta titreşir.
Bunu piyanodan da biliriz; piyanonun herhangi bir tuşuna bastığımız zaman, bu tuşla uyumlu olan diğer bütün teller de titremeye başlar. Notaların daha pes ya da tiz olması, hiç önemli değildir. Uygun frekansta olmaları onların titreşime geçmeleri için yeterlidir.
Diğer insanlar, nesneler veya olaylar, eğer bizimle aynı frekansta iseler, içimizde oluşturduğumuz titreşim alanına karşı koyamazlar. Bizim titreşimlerimize tepkisiz kalmaları mümkün değildir. Nasıl ki piyanonun basılan tuşuyla aynı frekanstaki diğer teller bu tuşun hareket ile titreşmek durumunda kalıyor ise, bizimle aynı frekanstaki insanların, nesnelerin ve olayların da bizim titreşimlerimize katılmaktan başka seçeneği yoktur.
Peki ama diğer varlıkların bizim enerjimizle titreşime geçmesi bize ne yarar sağlar? Burada, Rezonans Kanununun şu temel kuralı devreye giriyor: BENZERLER BİRBİRİNİ ÇEKERLER.
Bizim titreşimlerimizle uyumlu olan her şey, karşı koymaksızın bizim hayatımıza çekilecektir. Bu, bizim için her zaman olumlu bir şey anlamına gelmez. Mesela titreşim bazen maddeyi tahrip edecek kadar kuvvetli olabilir. Bir opera sanatçısı sadece sesinin gücü ile bir bardağı çatlatabilir. Burada yaptığı şey enerjiyi boşluktan bardağa iletmektir. Eğer bardağa iletilen enerji bardakla aynı titreşime sahipse, yani bardağın moleküler yapısı ile aynı frekanstaysa, basınç bardağı çatlatacak kadar büyük olabilir.
Biz bir bardak gibi çatlamayız tabii ki. Ama içimizdeki “negatif titreşim enerjisi” olarak adlandırdığımız şey; bizde hoşlanmadığımız, huzursuzluk verici hislerin uyanmasına, hatta belki sarsıcı olayların yaşamımıza çekilmesine sebep olabilir.
İşte bu yüzden, nasıl bir titreşim içinde olduğumuzun, bilerek veya bilmeyerek hangi rezonans alanını oluşturduğumuzun farkına varmak, bizim için çok mühimdir.
İsteklerimizi Hangi Yolla Yayıyoruz?
“Ön yargıları yıkma, atomu parçalamaktan daha zordur” Albert Einstein
Kalp, ezelden beri sevginin en kuvvetli sembolü ve duygularımızın merkezi olarak kabul edilirdi. Ama sonra tıp ve modern bilim ortaya çıktı ve bize, kalbin sadece vücudumuzda kanın dolaşımını sağlayan bir pompa olduğunu yutturmaya çalıştı. Biz “normal insanlar” ise, elimizde halihazırda bunun aksini kanıtlayacak herhangi bir delilimiz olmamasına rağmen, kalbimizin duygularımızın merkezi olduğu inancımızı asla kaybetmedik. 1993 yılında duyguların insan vücudu üzerindeki hakimiyeti hakkında bir araştırma yapılmak istenmiş ve bunun için duygularımızın oluşumundan sorumlu olduğu düşünülen bölgeye, yani kalbimize odaklanılmış. Oldukça çabuk, daha araştırmaların başında herkesi hayrete düşüren bir şey tespit edildi ve bu buluşun neden daha önce yapılmadığının şaşkınlığı yaşandı. Bu nefes kesici buluş; kalbin muazzam büyük bir enerji alanıyla çevrili oluşuydu. Burada bahsedilen alanının çapı yaklaşık iki buçuk metredir.
Bir düşünün, kalbimiz beynimizin oluşturduğundan çok daha büyük bir enerji alanı oluşturuyor. Bilim şimdiye kadar beynin, sahip olduğu elektromanyetik nabızlarla en büyük yayın alanına sahip olduğunu varsayıyordu. Ama şimdi bundan çok daha büyük bir enerji alanı bulundu, insan vücudundan dışarı uzanacak kadar kuvvetli bir enerji. Böylece ilk şaşkınlık atılmasıyla birlikte, akıllara kalbimizin etrafındaki bu enerji alanın nasıl bir görevi olduğu sorusu geldi. Geldiğimiz noktada ulaştığımız bilgiler şaşırtıcı olduğu kadar önemlidir de.
Kalbimiz tarafından oluşturulan elektromanyetik alan vücudumuzdaki organlarla iletişim halindedir. Hatta beyin ve kalbin arasında bir bağlantının bulunduğu ve bu bağlantıyla kalbin beyne hangi hormonları, endorfini ya da diğer kimyasalları salgılaması gerektiğini bildirdiği kanıtlanabildi.
Beynimiz bağımsız hareket etmiyor, aktiviteleri için gerekli sinyalleri kalbimizden alıyor.
Hepsi bu kadar da değil! bilim adamları araştırmalarında kalbimizden yayılan bu elektromanyetik alanın sadece duygularımız tarafından oluşturulmadığını ve gücünü diğer önemli bir kaynaktan, kanaatlerimizden; yani derin bir inançla bağlandığımız ve hayatımıza doğrultusunda yön verdiğimiz düşüncelerimizden aldığını buldular. Bütün duygu ve düşüncelerimiz kalbimizin enerjisinde bilgi olarak bulunmakta ve vücudumuzdan yayılan en kuvvetli sinyal olarak sadece beynimize ve organlarımıza değil, aynı zamanda dünyanın derinliklerine doğru taşınmaktadır. Bu ezeli gerçeğin yansımalarını “kendini derin bir inançla savunmak” “bir şeyi kalpten istemek” ve tabii “kalbinin sesini dinlemek” gibi bazı deyimlerimizde görmek mümkündür.
Kalbimiz, inanç ve duygularımızı elektromanyetik titreşimlere ve dalgalara dönüştüren bir tür aracı olarak hizmet eder. Ve bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzla sınırlı kalmaz, bütün çevremize uzanır, bizi kuşatan her şeyle iletişim halindedir. Kalbimiz, bütün inançlarımızı, geleceğe yönelik düşlerimizi ve duygularımızı başka bir dile, titreşimlerin ve dalgaların kodlanmış diline çevirir ve bunları evrene gönderir.
İnançlarımız kalbimizin yaydığı elektromanyetik dalgalar sayesinde fiziksel dünyayla etki alışverişinde bulunur. Yayılan bu enerjinin ne denli büyük olduğunu HeartMath Enstitüsü’nün yaptığı araştırmalar gözler önüne seriyor:
  • Kalbin elektrik akımı (EKG), beyinde oluşan elektrik akımından (EEG) altmış kez daha kuvvetlidir.
  • Kalbin manyetik alanı ise beyninkinden beş bin kez daha kuvvetlidir.
Demek ki kalbimizle, beynimizle yaydığımızdan çok daha fazla enerji yayıyoruz. Peki bunu bilmek, bizim için neden bu kadar önemli? Çok basit, çünkü bu sayede, bazı dileklerimiz hemen gerçekleşirken, bazılarının gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen neden bir türlü tezahür etmediğini anlıyoruz.
İsteğimizin gerçekleşeceğine gerçekten inanmadan olumlama (imgeleme) yaparsak ya da bir şeylerin hayalini kurarsak, sadece beynimiz elektromanyetik dalgalar yayarken, duygularımızın gerçek merkezi olan kalbimiz beş bin kat daha büyük bir kuvvetle, genellikle tereddüt ve korku olan asıl inancımızı dünyaya yayar. Bunun sonucu apaçık ortadadır; hayatımızda sadece kalbimizin derinliklerinde gerçekleşeceğine inandığımız şey gerçekleşecektir.
İnançlarımızı duygularımızla desteklediğimiz zaman yaydığımız enerji çok daha büyük olur. Ama üzgün, depresif ya da bitkinsek, istediğimiz şeyi dileyebiliriz, bu durumda kalbimizden yaydığımız hüzünlü duygular, mantığımızdan gelen isteklerden her zaman daha güçlü olacaktır. Peygamberle, günümüzün ve geçmişin dünyaca ünlü alimleri ve bilgeleri ısrarla “Kalp gözüyle görmeyi” öğrenmemizi söylerler.
Kalbimizle Dünyayı Değiştirebiliriz
Tüm bu anlatılanlar, sahip olduğumuz inançların evrene yollandığı ve Rezonans Kanununun esaslarına göre evrende kendileriyle aynı titreşimdeki enerjileri aradığı anlamına gelir.
Benzerler birbirini çeker. Bizim enerjimizle rezonans içinde olan her şey hayatımızda tahakkuk edecektir. Sözün özü; inandığımız her şey yaşamımızda gerçekleşecektir.
Bu nedenle, isterken dikkat edilmesi gereken en önemli noktalar:
  • Ne dilersen dile, bunu mantık seviyesinden kalp seviyesine taşı,
  • İsteklerimizin gerçekleşebilmesi için, bunun mümkün olduğuna kesinlikle inanmalıyız.
  • İsteklerimizin gerçekleşebilmesi için önce kendimizi mutlu bir ruh haline sokmalıyız.
Öncelikle bilincimizi hedefimize yönlendirmeliyiz ki, hayatımızda gerçekleştirmek istediğimiz şeylerle etkileşime geçebilelim. Hayatımızda sadece derinden inandığımız şeyler gerçekleşebilir. Bu en başta kendi hakkımızdaki düşüncemiz için geçerlidir. Kendimizle ilgili görüşlerimiz yaşayacaklarımızı belirler. Tabii ki bu, bir şeyleri harekete geçirebilmek için gerekli olan güç ve kudrete sahip olabilmek için, bu kudretin bize dışarıdan verilmediğini, içimizden husule geldiğini anlamamız gerektiği anlamına da geliyor. Demek ki dış dünya, her zaman bizim iç alemimizi yansıtır.
İnançlarımız Dış Alemimizi Değiştirmeyi Nasıl Başarıyor?
Son yıllarda modern bilimin tespitlerinde köklü değişiklikler oldu. Değişim 1995 yılında Rus Bilim Akademisi’nde Vladimir Poponin ve Peter Gariaev yönetimindeki araştırmalarla başladı. Bu iki bilim adamının deneylerinin sonuçları o kadar hayret vericiydi ki, bu deneyler Amerika’da tekrar edildi ve sonuçta orada kamuoyuna duyuruldu.
Vladimir Poponin ve Peter Gariaev, “foton” adı verilen ışık parçacıkları vasıtasıyla DNA’nın tutumunu incelemek istiyorlardı. Bu test serisinde vakum oluşturmak için bir borunun içindeki tüm havayı aldılar. Artık vakumda bile kesin bir hiçlik olmadığı biliniyor. Her mekanda özel aletlerle oldukça isabetli ölçülebilen fotonlar (ışık enerjisi) kalıyor. Böylece fotonlar borunun vakumunda oldukça düzensiz bir şekilde dağıldı.
Bir sonraki adımda boruya insan DNA’sı verildi. Ve o anda çok şaşırtıcı birşey oldu. Parçacıklar DNA’nın varlığında daha farklı sıralandı. DNA, fotonlara direkt olarak etki ediyordu. Sanki görünmez bir güçle, fotonları, boruda düzenli bir şekilde sıralamıştı. Artık bu deneyde kesinleşen şey şuydu; İnsanın DNA’sı, fiziksel dünyaya direkt etki ediyor.
Klasik fizikte, daha önce böyle bir şey gözlemlenmemişti. Dahası, klasik fiziğin alışılagelmiş mantığında, böyle bir şeye yer yoktu. Yani fotonlar insanların açıklayamadığı bir tutum sergiliyordu. Aslında bu yeteri kadar heyecan vericiydi, ama daha sonra olanlar tartışmasız bir devrim niteliğindeydi…Bilim adamları, DNA’yı borudan aldıkları zaman, fotonların düzenli sıralarını bozup dağınık hallerine geri döneceklerini düşünmüştü. Ama beklenenin tam tersi oldu! Fotonlar sanki DNA hala oradaymış gibi düzenli sıralarında kaldı.
Araştırmacılar deneyleri defalarca tekrarladılar, varılan sonuç aynıydı; fiziksel olarak ayrılsalar bile DNA ve fotonlar arasında hala bir bağ vardı. Görünüşe göre, kuantum fiziğinin “kuantum alanı” dediği bir alan aracılığıyla birbirleriyle bağlantılıydılar. Boşluk olarak tabir ettiğimiz şey aslında hiç de “boş” değildir, bilakis içinde milyarlarca verilerin dalgalar aracılığı ile hareket ettiği ve yayıldığı bir alandır.
Bu deney Rezonans Kanununu anlayabilmemiz için oldukça aydınlatıcı olmuştur. Ayrıca bu enerji alanını ayrıcalıklı kılan ise; tanıdığımız hiçbir enerji türüne benzememesidir.
Sıkı dokunmuş bir ağ gibi işlediği görülen enerji yüklü bu alan, iç ve dış alemimiz arasında bir nevi köprü görevi görür.
Tıpkı ses dalgalarının, havayı taşıyıcı olarak kullandığı gibi, yaydığımız inanç ve düşünce gücü de dünyaya taşınabilmek için bir aracıya ihtiyaç duyar. Burada, kuantum alanı devreye girerek, bu aracılık görevini üslenir.
Bu enerji alanı, farkında olsak da olmasak da her şeyle ve herkesle bağlantı içinde olmamızı mümkün kılar.
Bu esnada “alıcının” bizden ne kadar uzaklıkta olduğunun hiçbir rolü yoktur. Bu alıcı yan komşumuz da olabilir, dünyanın öbür ucunda bulunan bir kişi de olabilir. Oluşturulan ve yayılan rezonans alanı, her zaman doğru kişiye ulaşır. Böylece istediğimiz hedefimizle aramızda, enerji yoluyla kesin ve aktif bir bağlantı kurabileceksek eğer, neden en büyük arzularımızın gerçekleşmesi için daha fazla bekleyelim ki?
Kuantum alanı sayesinde herşeyle ve herkesle hemen bağlantıya geçebiliriz. Tek yapmamız gereken şey bunun için bir adım atmaktır;
Rezonans Kanunu, her zaman “evet” der.
İnançlarını her zaman doğru çıkarır.
Sana karşı gelmez.
Mesela, hayatının önemsiz olduğuna ve hiçbir anlam taşımadığına mı inanıyorsun, bu inancın, onaylanacaktır.
Gerçek, büyük bir aşkı hak ettiğine mi inanıyorsun, para, manevi ve maddi zenginliği hak ettiğine; hayatının derin, her şeyi kuşatan bir anlamı olduğuna mı inanıyorsun, bu inancın yaşamında gerçekleşecektir.
Neye inandığın enerjinin umurunda değildir, inancın yüksek ahlaki değerler taşıyabilir ya da çok kötü bir şey olabilir sana fayda sağlayabilir ya da hayatını zorlaştırabilir, enerji işin ahlaki kısmıyla ilgilenmez ve yargılamaz.
Enerji daima senin yaydığın içtekiler doğrultusunda çalışır.
İç alemimizde sahip olduğumuz her şey, dış dünyada da karşımıza çıkacaktır.
Dünyada karşılaştığımız her şeyin bir kaynağı vardır ve bu kaynak düşüncelerimizdedir. Eğer istediğimiz sonuçlara ulaşmak istiyorsak, düşüncelerimizi kontrol etmeye başlamalıyız, çünkü düşündüğümüz her şey bir rezonans alanı oluşturur.
Uzun süreli ve sık olarak düşündüğümüz, hissettiğimiz ve söylediğimiz her şey rezonans alanımızı yoğunlaştırır. Bu yüzden kaybetmek hakkında her düşünce kaybetmek, kazanmak hakkındaki her inanç da kazanma ihtimalini kuvvetlendirir. Bu yüzden dış dünyada değiştirmek istediğimiz her şeyi düşünce gücümüzle değiştirebiliriz.
İçindeki yaratıcılığı hatırla ve onu bilinçli olarak kendi iyiliğin için ve diğer insanların iyiliği için kullan!
Arzularımız gerçekleşmek üzere bizi nasıl bulur?
Artık aydınlık getirmemiz gereken tek nokta, bizimle etkileşime geçen enerjinin, bizi nasıl bulacağı konusudur. Sonuçta evrende milyarlarca DNA var ve bunların her biri enerji alışverişinde bulunuyor. Peki, evren arzularımızı, daha doğrusu arzulananı yolunu şaşırmadan bize nasıl iletir?
Bir yandan sürekli “yayındayız”. Rezonans alanımızı durmaksızın pozitif ve negatif düşüncelerimizle programlıyoruz. İstek ve amaçlarımızı koruduğumuz sürece, korku ve endişelerimiz içinde aynı şey geçerli, rezonans alanımız bizimle aynı titreşimde olanları bize çeker. Diğer yandan ise hepimiz “kod” olarak adlandırdığımız genetik bir isme sahibiz. Kriminal teknik ve babalık testi ile ilintili olarak bu kavramı daha önce duymuşsunuzdur. Her bir hücrenin DNA’sı da, aynı parmak izi gibi, eşsizdir. DNA, başkalarıyla karıştırılması mümkün olmayan genetik bir parmak izi bırakır. İşte bu enerji içinde geçerlidir. DNA’mızın enerji parmak izi , açık ve net bir adres bırakır. Titreşim o kadar belirgindir ki, her zaman bizim için en uygun çözümü bulur.
Düşünce Gücümüzle Yeni Bir Gelecek Oluşturabilir Miyiz?
"Zaman hiç de göründüğü gibi değildir. Sadece bir yöne doğru hareket etmez ve gelecek, geçmişle aynı zamanda mevcuttur." Albert Einstein
Düşünce gücümüz sayesinde geleceğimizi etkileyebilir miyiz? Kesinlikle evet! Bunu yapabiliriz, hem de tahmin ettiğimizden daha fazla. Kuantum fizikçilerinin nefes kesici buluşları hayatımızı her an tamamen değiştirebileceğimizi ve istediğimiz her şeyi değiştirebileceğimizi, bize bir kez daha gösterdi.
Bildiğimiz gibi düşünce gücümüzle enerji yaymaktayız. Tabii ki sadece biz değil, diğer bütün insanlarda aynı şekilde enerji gücü yaymakta. Aynı titreşimdeki enerjiler birbirlerini çektikleri için tıpkı bizim diğer insanları ve olayları kendimize çektiğimiz gibi başka insan ve olayların da bizi çekiyor olması doğaldır. Buradaki tek koşul, iki enerjinin birbiriyle uyumlu olması yani titreşimlerinin birbirine yakın olmasıdır.
Bu arada kuantum fiziği, kuantum dalgası denilen şeyin, örneğin; düşünce ve inançlarımızın, sadece fiziksel olarak yayılmakla kalmayıp zaman içine de yayıldığını bulmuştur. Yani inançlarımız sadece yer değil, zaman da değiştiriyorlar (zaman dalgaları). Demek ki “normal kuantum dalgası” diye adlandırdığımız, geçmişten geleceğe giden kuantum dalgaları var. Bunun dışında, bir de “birleşik karmaşık dalgalar” olarak adlandırdığımız gelecekten geçmişe yayılan dalgalar vardır! Hayret verici değil mi? Ama gerçek. Geleceğe yayılan dalgalar “teklif dalgası”, geçmişe geri dönen dalgalar ise “eko dalgası” olarak adlandırılır.
Eğer bu iki dalga karşılaşırsa, yani gelecekten gelen bir eko dalgası, bizim yolladığımız bir teklif dalgasına rastlarsa, bu durumda dalgalar birbirlerini modüle ederler ve ikisinin ortak ürünü olarak ortaya “olay ihtimali” dediğimiz şey çıkar. Kuantum fiziğine göre “bir olayın gerçekleşmesi ihtimali, geçmişten gelen teklif dalgası ile gelecekten gelen uygun bir eko dalgasının buluşması sonucu ortaya çıkar”. Bu şu anlama gelir : “Sadece geçmiş geleceği değil, aynı zamanda gelecek de geçmişi etkiler”.
Aklımız bunu idrak etmekte biraz zorlanabilir, çünkü şimdiye kadar hep zamanın geçmişten geleceğe, doğrusal bir biçimde ilerlediğini düşünmüştük. Şimdiyse bunun tam tersinin de mümkün olması aklımız için şaşırtıcı. Demek ki : Gelecek dışarıda bir yerlerde, çoktan beri mevcut. Aksi halde geçmişe, yani bizim şimdiki zamanımıza, dalgalar yollaması mümkün olmazdı. Senin geleceğin de şu an, şu saniye mevcut. Ama yine de geleceğinin akışı önceden belirlenmemiş, zira geleceğin çeşitli mahiyetlerini seçme imkanına sahibiz.
Tabii ki bilincimiz, sadece bir tek zaman algılıyor. Farklı bir şey tanımıyoruz. Bu şaşılacak bir şey değil, sonuçta duyularımız çok sınırlı.Bütün ışık yelpazesinin sadece % 8’ini algılayabiliyoruz. Geri kalan % 92’lik gerçeği, aynı şekilde bizi çevrelemesine rağmen algılayamıyoruz. Aslında var olduğu halde tamamen yok sayıyoruz.
Ama yine de etrafımızda hiç tanımadığımız diğer enerji titreşim, dalga ve bilgilerle çevrili.
"Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir." Sokrates
Teklif dalgamız tüm geleceğimizi dolaşır. İster bir saniye sonrası, ister bir ya da on yıl sonraki olaylar olsun, tüm olasılıklar tek tek kontrol edilir. Bu aşamada kuantum fiziği şu fenomeni keşfetmiştir: Gelecekteki olay, zaman açısından ne kadar yakındaysa, rezonans da o kadar nettir. Bu şu anlama gelir; “Gelecekte gözlediğim bir olay zaman açısından bana ne kadar yakınsa, o olayın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kararı o kadar kesindir.”
Yakın gelecekteki bütün olayları, bugünkü bilincimiz belirler.
İşte bu noktadan sonra “istemek” konusuna varıyoruz.  Zira istemek birçok ihtimalden birini yaşamımıza çekmekten başka bir şey değildir.
  • Bir şey istediğimizde, bu doğrultuda bir teklif dalgası yolluyoruz.
  • Bu dalga, bir eko dalgasıyla irtibata geçiyor.
  • Bir gerçekleşme ihtimali meydana getirebilirsek istediğimizin gerçekleşmesi için en uygun şartları sağlamış oluyoruz.
İç alemimizde sahip olduğumuz her şey, dış alemde de karşımıza çıkacaktır.
Zira dış dünya her zaman iç alemimizi yansıtır.
Ancak bilincimizi hedefe yönlendirirsek yaşamımızda sahip olmak istediğimiz şeylerle etkileşime geçebiliriz.
Eğer istediğimiz sonuçlara istiyorsak; düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalıyız, zira hissettiğimiz ya da düşündüğümüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur.
Rezonans Kanunu-Pierre Franckh
DEVAMINI OKU

16 Haziran 2016

İyimserlik ve Umut Farklı Şeyler

Sevgili Hilal'in bu yazısını burada da paylaşmak istedim.
Öyle güzel anlatmış ki, daha fazla söze gerek yok...

"Çernobil’le ilgili bir belgesel izledim bugün. Öleceklerini bilmelerine rağmen Çernobil’deki atığı temizlemek için gönüllü olan işçileri anlatıyordu. Başka insanlar ölmesin diye. Dün Suriye’de evlerine füze düşen insanların, yüzü, bir yüz olduğu anlaşılmayacak kadar yanmış çocuklarını gördüm. Bir doktor onu ameliyat edecek, hem de hiç para almadan. Tanıklık omuzlarıma büyük bir acı bırakıyor. Sonra bir şey oluyor. Acıyı hissedebilen herkes gibi ben de mutlu anlar geldiğinde onları daha derinden hissetmeye başlıyorum.
Sonra bir ses, çocuğunu lösemi yüzünden kaybeden bir babanın kurduğu derneğin, asıl o babanın kurduğu derneğin bir derde derman olabildiğini hatırlatıyor. En bağrı yanan insanların en bağır yakan yerden başladıklarında oradan yayılan sevginin, acının karşılıksız kalmayacağını, küçük veya büyük bir direnişe dönüşebileceğini söylüyor. Bağrımızı yakan yerden çok güçlü bir inanç doğuyor. Hayatın büyük muammalarından biri bu.
Tam diyorum ki, twitter’la instagram’la, change.org’la bir şeyler değiştirebileceğimiz izlenimi yaratıp elimize telefonlar verip bizi etkisiz hale getiriyorlar. Sonra İnstagram’dan biri çıkıp takipçilerinden yardım istiyor ve Afrika’da su kuyusu açıyorlar. Yardım yapınız diye buyurmuyor. Ben Afrika’ya gidiyorum kimler geliyor? Diyor. Yani gerçek hayatta gerçekte kim sahici bir iş yapıyorsa iyice bakınca sosyal medyada da yine sahici işleri o yapıyor.
Change org’da görme engelliler, kendilerinin kullanabileceği elektronik aletlerin yapılması için başlatılan kampanyayla bir şirketi buna ikna edebiliyorlar. Dünyalar kurtulmuyor, görmeyen gözler görmeye başlamıyor ve sadece şu an bu koşulda yapılabilecek, hayatı daha iyi yapacak o adım atılıyor. Atılabiliyor.
İyimser değilim. Umutluyum. Bu ikisinin ayrımını RebeccaSolnit’ten, Rebecca Solnit’i, hayatıma yeni giren ve pek çok şeye karşı inancımı tazeleyen özel bir insandan öğrendim. Kim bilir hatırlayamadığım kaç kaynaktan, kaç kişiden daha neler öğrendim. Kim bilir tanıdığım kaç kötüye karşı beni değiştiren beni iyileştiren kaç iyi girdi hayatıma. İnsanın insana verebileceği şey sadece acı, korku, gözyaşı değil.
Dünya kötüye gidiyor. Her şey tertemiz olmadan önce daha da kötüye gidecek gibi. Daha özgür olamayacak, daha güzel günler göremeyeceğiz gibi. Çocuklarımız, hayalini kurduğumuz o dünyayı belki hiç göremeyecek. Hayallerimizi gerçekleştirmeden, acılar görerek ve bir kısmını da kendimiz çekerek öleceğiz belki. Aç adamların bir türlü bitmeyen ziyafetlerini izlemek zorunda kaldığımız için  bakıp yumruklarımızı sıkacağız. Yardım eden yok mu? diyeceğiz. Bazen yardım gelmeyecek. Ama belki ölmeden önce bir an, hayal veya gerçek, bir tepeyi aşıp denizi görmüş gibi de olacağız; çocuklara hayatın, insan olmanın değerini anlatan biriyle tanışacağız. Bu ne güzel bir şarkıymış diyeceğiz gözlerimiz dolarak. Nasıl da anlıyor beni diyeceğiz. O söylüyorsa doğrudur dediğimiz ve bizi hiç yanıltmayacak biri olacak. Ölümlere yıkımlara üzülmek için bile, ne hissedeceğine karar vermek için bile birilerinin komutunu beklemeyen, kalbinin sesini tertemiz, sapasağlam duyan biriyle karşılaşacağız. Bunlar daha az olacak. Ama umut, bunlardan yayılacak. İnsan çok az umutla bile yaşayabiliyormuş.
Hep alışmayacağız, unutmayacağız diyoruz ve bazen alışıyoruz ve unutuyoruz da ama birini sevmenin ne demek olduğunu hiç unutmamak istiyorum, bunu biliyorum. Biri bizi sevdiğinde iyi biri oluyoruz. Birini sevdiğimizde ona hayatı dayanılır kılıyoruz. Bunu unutmamak istiyorum.
Emily Dickinson'ın bir şiiri vardır. 
Hedefi küçük tutup kendinden az şey bekleyenler için değil de, kendine acaba boşuna mı yaşadım, yaşıyorum diyenler için bir bakış açısı sunar gibi gelir bu şiir bana:

If I can stop one heart from breaking,
I shall not live in vain;
If I can ease one life the aching,
Or cool one pain,
Or help one fainting robin
Unto his nest again,
I shall not live in vain.
Der ki: 
Bir tek kalbin kırılmasını önleyebilirsem Boşuna yaşamış olmayacağım. Bir yaşamdan acıyı alabilirsem, Ya da bir acıyı hafifletebilirsem, Ya da bir ardıç kuşunu yeniden yuvasına koyabilirsem, Boşuna yaşamış olmayacağım.
Bir insan ne yapabilir ki ve nereden başlamalıdır, bu soruyu kendime böyle zamanlarda çok sordum. Ve dünya bana er geç hep aynı cevabı verdi. Canını yakan yerden başla dedi. Ve şu an bulunduğun yerden. Bu yer neresidir? En çok üzen, kafamda en çok evirip çevirdiğim, aklımdan çıkmayan şey. İşte bu, uğrunda çalışmaya değer, hakkında yazmaya değer bir şeydir.

Videodaki (B&B: Videoyu almadım buraya, isterseniz you.tu.be'dan bulabilirsiniz) Keaton Henson, You şiirinin çevirisi:
Sen
Beklemen gerekiyorsa
Onları burada bekle, ben titrerken.
Kollarımda.
Ağlaman gerekiyorsa burada ağla
Ben uyurken
yatağımda.
Ağıt yakman gerekiyorsa
Gökyüzünde ay ve yıldızlarla yap bunu canım
Yalnız yapma.
Gitmen gerekiyorsa git
Yer yanıyormuş gibi ayaklarının altında.
Konuşman gerekiyorsa konuş
Her bir sözün benzersiz gibi.
Ölmen gerekiyorsa şunu bilerek öl
Hayatın, hayatımın en iyi kısmıydı.
Ölmen gerekiyorsa hayatını hatırla
Çünkü sen her şeysin.
Savaşman gerekiyorsa savaş
 geceleri kendinle kendi düşüncelerinle.
Çalışman gerekiyorsa çalış
Senden bu dünyaya bir şeyler kalsın diye
Ve eğer yaşaman gerekiyorsa da cancağızım
Yaşa."
DEVAMINI OKU

13 Haziran 2016

Farkındalık - Neden Değişim İçin Kendini Zorlamak İşe Yaramaz?

n750798627_2060565_5585

O hissi bilirsiniz… Kendinizi içinde bulduğunuz fikir ayrılığında haklı olduğunuza yüzde yüz eminsinizdir… Bakış açınız kesinlikle doğrudur… Ve doğru olması için gerekli tüm bilgilere de sahipsinizdir. Yürüttüğünüz mantık, çıkarımlarınız hatasızdır… “Diğerleri nasıl olur da başka bir şekilde düşünebiliyor?”, anlam veremezsiniz….

Veya bir geri bildirim almışsınızdır. Yöneticiniz, eşiniz, çalışanlarınız, çocuklarınız, veya sizin için değerli bir başkası, sizin belki de farkında olmadan, alışkanlıkla yaptığınız bir davranış yüzünden zarar gördüklerini, acı çektiklerini iletirler… Tüm iyi niyetinizle, anlamaya çalışırsınız… Hatta davranışınızı değiştirmeyi denersiniz…

Ama anlayamazsınız… Anlayamazsınız, çünkü aldığınız geri bildirimin büyük ölçüde abartılı olduğuna eminsinizdir… Ya kendinizi anlatılan şekilde davranırken görmüyorsunuzdur, veya bunun neden bu kadar önemli olduğunu anlamazsınız… Belki de geri bildirimi verenlerin bu görüşleri sadece algıdır… Belki de çok fazla duyarlı veya duygusaldırlar… Veya sizin neden bu şekilde davrandığınızı ve aslında bunun onların iyiliği için olduğunu göremiyorlardır… Ve bu arada, nasıl olur da sizin onlar için yaptığınız bunca şeyden sonra böyle şeyler söyleyebiliyorlar diye düşünürsünüz…

Sonra bir gün, bir şey olur… Bir şey değişir… Birden bire, bunca zamandır neden ve nasıl hatalı olduğunuzu anlarsınız… Düşünüşünüzün nasıl hatalı, eksik, tek taraflı, hatta tamamen saçma olduğunu görürsünüz. Bulmacanın önemli bir parçasından habersizdiniz, onu dışarıda bırakıyor, hatta belki de görmezden geliyordunuz… Belki de kendi kendinizin bir parçasını uzaklaştırıyordunuz kendinizden…

Veya birden bire yöneticinizin, eşinizin, çalışanlarınızın, veya çocuklarınızın size ne söylemeye çalıştığını anlarsınız. Aslında nasıl davranmakta olduğunuzu, ve bu davranışlarınızın diğerlerine, ve hatta size nasıl zarar verdiğini, onları ve sizi nasıl yaraladığını net bir biçimde ilk defa görürsünüz. Bilmeden, alışkanlıkla, ve belki de görmezden geldiğiniz stres veya endişe veya arzularla başa çıkmak için böyle davrandığınızı idrak edersiniz.

Bu idrak, ilk başta şaşırtıcı, hatta şok edici olabilir. Arkasından acı hissedersiniz… Belki biraz utanç… Kimlik tanımınız, öz algınız biraz yara almış gibi hissedersiniz… Ardından, rahatlama gelir, artık sizi kısıtlayan bu inancı, davranışı, tekrar eden olguyu, kimlik tanımını korumak, desteklemek, devam ettirmek zorunda olmamanın rahatlığı… Ve bunun için aslında farkında olmadan ne kadar çok enerji harcadığınızı fark edersiniz. Belki de ilk defa, içinde hiç farkında olmadan yaşamakta olduğunuz takılıp kalmışlığı kemiklerinizde hissedersiniz. İdrak ettiğinizde, beraberinde seçim yapabilme özgürlüğü gelir. Jean Jacques Rousseau’nun “Ne yaptığımın farkında değil isem, onu yapmaya devam etmekten başka seçeneğim yok” sözünün ne anlama geldiğini anlarsınız. Ve anlarsınız ki daha önce seçim yaptığınızı sanırken, aslında yapmıyordunuz. Nasıl yapabilirdiniz ki, sizi esir almış bir koşullanmanın kontrol ve emirleri altında hareket ediyordunuz. Ve idrak edersiniz ki, bu konuda belki de ilk defa, özgür iradenizi gerçekten kullanabilirsiniz.

Farkındalık denilen şey işte bu idrak, bu anlayış …  Bu olmadığında, içimizden ve dışımızdan gelen tam anlamadığımız taleplere uymak için, tam olarak anlamadığımız bir şeyleri (kendimiz, davranışlarımız, duygularımız, düşünüşümüz) değiştirmeye çalışmaktan öteye gidemiyor değişim çabamız. Sadece farkındalık ve anlayış ile değişim, büyüme, tatmin, mutluluk ve başarı yaratabiliriz… Gerçekten başarı gibi hissettiren başarıya ulaşabiliriz…

Ancak farkındalık o kadar kolay ulaşılan bir şey değil maalesef… Zen geleneğinde buna “kapısız kapı” deniliyor. Ram Dass diyor ki “ona sahip değilsen, hiç bir kelime yeterli olmaz; ona sahipsen, hiç bir kelimeye gerek yoktur”. Farkındalığın bu tarafından, yani ona henüz sahip olmadığın yerden baktığında, göremezsin, senin için öyle bir şey yoktur. Farkındalığın öteki tarafında, o kadar net, basit ve göz önündedir ki, onu daha önce nasıl göremediğine şaşıp kalırsın.
  .....

Kaynak burası.
Gestalt Yaklaşımı ile ilgili bilgi için buraya bakabilirsiniz.
DEVAMINI OKU

9 Haziran 2016

İrade Güçlendirilebilir mi?



Herhangi biri tanıdık geldi mi?
 
-Erken kalkmak istiyorsunuz ama bir kere çaldıktan sonra alarmı susturup uykuya geri dönüyorsunuz.

-Sağlıklı beslenmeye karar verdiniz ama kendinizi hamburger ya da pizza sipariş ederken buldunuz.

-Spora gitmenin ve böylece yaza girmeden bir-iki kilo vermenin süper olacağını düşünüyorsunuz ama işten eve geldikten sonra televizyonun karşısına geçip, günü de orada sonlandırıyorsunuz.

Evet mi?

Yalnız değilsiniz. Çoğumuz kendimize şunu söyleriz: “Keşke daha iradeli bir insan olsaydım.” Ama, acaba irade artırılabilir bir şey mi? Eğer öyleyse bunun yolu nedir?

Bilimin sizi şaşırtacak bazı cevapları var.

Neden İradeyi Önemsemeliyiz?

İrade üzerine araştırma yapan en önemli araştırmacılardan biri olan Roy Baumeister şunu söylüyor:

“Toplumdaki modern insana rahatsızlık veren problemlerin çoğu -bağımlılık, aşırı yeme, suç, aile içi şiddet, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, ön yargı, borç, istenmeyen hamilelik, okulda başarısızlık, işte yetersiz performans gösterme, para biriktirememe, egzersiz eksikliği- bir dereceye kadar öz kontrol eksikliğinin bir sonucu.

Psikoloji çok geniş bir aralıkta yararları olan iki temel özellik tanımlıyor: zeka ve öz-kontrol. Uzun yıllar denemesine rağmen, psikoloji bir insanın kalıcı olarak zekasını artırabileceğiyle ilgili bir sonuca ulaşamadı. Ama öz-kontrol güçlendirilebilir. Bu yüzden öz-kontrol psikoloji için ender bulunan ve güçlü fırsatlardan biri. İnsanların hayatlarında köklü ve oldukça yararlı değişiklikler yapmak için psikoloji öz-kontrolü kullanabilir.”

Öz-kontrol üzerine Baumeister’in yaptığı bu araştırma insanın öz-kontrolünün artmasının, hayatının diğer alanlarını da pozitif olarak etkileyeceğini söylüyor. Daha fazla öz-kontrole sahip insanlar daha sağlıklı, ilişkiler konusunda daha başarılı ve daha tatminkarlar. Ayrıca daha fazla para kazanıyorlar, kariyerlerinde daha iyi bir noktadalar. İradesi güçlü olanların daha mutlu olması pek de sürpriz sayılmaz.

Görünen o ki, iradenizi güçlendirmek için bir adım atmanız vereceğiniz en iyi kararlardan biri olabilir.

İrade Nedir?

İradenin nasıl çalıştığını anlamak için önce bu kelimeyi biz hangi anlamda kullanıyoruz, ona bakmamız lazım. Hepimizin irade hakkında bir fikri vardır. Bununla birlikte, bu konuyu çalışan bilim adamlarının “irade” diye tanımladıkları şey nedir?

Maksimum İrade (Maximum Willpower) kitabında, Kelly McGonigal (Stanford Üniversitesi’nde “İrade Bilimi” dersleri veriyor) iradenin 3 farklı yönünden bahsediyor:

Yapmayacağım: Baştan çıkarıcı şeylere dayanma

Yapacağım: Yapılması gereken şeylerin yapılması

İstiyorum: Kişinin uzun dönem hedef ve arzularının bilincinde olması

McGonigal’a göre irade, hedeflere ulaşmak ve problemlerden uzak durmak için bu üç gücü işlemekten geçiyor.

Neden İrademiz Var?

İrade büyüleyici bir fenomen. Aslında bazı bilim adamları bizi insan yapan şeyin irade olduğunu söylüyorlar. Düşündüğünüzde anlaşılır da geliyor: içgüdülerini kontrol edebilen hiçbir hayvan yok. Peki neden biz bu kadar özeliz?

Erken dönemlerde insanlar hayatta kalmak için içinde bulunduğu gruba bağımlıydı. İçgüdülerini kontrol etmek zorundaydılar, çünkü gruptaki insanlarla iyi geçinmeleri gerekiyordu. Bu, beyinde içgüdüleri kontrol etme yeteneğinin gelişmesi için büyük baskı oluşturdu.

İçgüdülerimizi kontrol etme yeteneğimiz, binlerce yıllık karmaşık sosyal çevreye adaptasyonun sonucu.


İrade ve Beyin Prefrontal Korteks (Alın Korteksi) İle Tanışın

Prefrontal Korteks beynin alın ve gözlerin hemen arkasındaki bölümüdür. Evrim tarihi boyunca, ana olarak fiziksel özellikleri (yürüme, koşma vb.) kontrol etmekten sorumluydu. Zamanla sadece büyümekle kalmadı, aynı zamanda beynin diğer bölgeleriyle bağlantısı arttı ve bazı yeni fonksiyonlar kazandı. Şimdi, prefrontal korteks ne yaptığınızı, ne düşündüğünüzü ve hatta ne hissettiğinizi kontrol etmekten sorumlu.

Prefrontal korteksin üç farklı bölgesi iradenin üç farklı yönünü kontrol eder: 

Sol bölge iradenin “yapacağım” yönünden sorumlu 

Sağ bölge iradenin “yapmayacağım” yönünden sorumlu 

Orta bölge ise iradenin “istiyorum” yönünden sorumlu

Bu üç bölge birlikte bize öz-kontrolü, öz-bilinçliliği diğer bir deyişle iradeyi verir.

Prefrontal Korteksin önemi ile ilgili en iyi örneklerden biri beyinlerinin bu bölümü bir kaza sonucu zarar görmüş kişiler. 1848’de Phineas Gage adında sakin, saygılı, çalışkan bir ustabaşı prefrontal kortekse ciddi şekilde hasar veren bir kaza yaşadı ve bu kaza onun hayatını sonsuza dek değiştirdi. Gage’in arkadaşları artık onu tanıyamıyordu. Çünkü Gage sabırsız, çabuk öfkelenen bir insana dönüşmüştü. Bakıldığında eski Gage’in tam tersi bir insan gelmişti. Phineas Gage’in yaşadığı kaza, prefrontal korteks bölgesindeki bir hasarın karakterde nasıl bir değişiklik yaratacağına dair yüzlerce örnekten bir tanesi. İradenin mistik bir şey olmadığı, bunun yerine beynin yüzlerce fonksiyonundan biri olduğu da anlaşılıyor.
 
Neden Büyükbabalarımız Bizden Daha Disiplinliler?

İrade ile ilgili en şok edici keşiflerden biri şu: irade bir kas gibi onu çok kullandığınızda yoruluyor.

Roy Baumeister birçok deney yürüttü ve bunlarda iradelerini kullanmalarını istedi (bisküviyi geri çevirmek, öfkeyi kontrol altına almak, ellerini buzlu suyun içinde tutmak vb.). Meğer Baumeister’in isteklerinin ayrıntıları önemli değilmiş: iradelerini kullanmak zorunda olan insanlar kendilerini kontrol etmede belirgin bir düşüş yaşadılar. Bu farklı şekillerde ortaya çıktı: duygularını kontrol etmesi istenen insanlar gereksiz şeylere daha fazla para harcama eğilimi gösterdiler, tatlı yeme isteğine direnen kişiler ise yapmaları gereken işleri ertelediler vs. Baumester bu deneylerin ışığında iradenin kullanıldıkça azalan bir şey olduğu sonucuna vardı.

Ayrıca, araştırma iradenin azalmasına sebep olacak birçok şey olduğunu gösterdi. Hatta bazılarının böyle bir etki göstereceğini tahmin etmiyorduk. Bunlar: sıkıcı bir toplantı esnasında öylece oturmak, çıktığınız kızı etkilemeye çalışmak, çalışma alanınızda rahat edememek. Bir içgüdüye karşı geldiğiniz her seferde, ne kadar küçük olursa olsun, irade kasını kullanıyorsunuz ve bu yüzden irade rezervini azaltıyorsunuz.

Minnesota Üniversitesi’nden Kathleen Vohns şunu söylüyor:

“Araştırmalar, insanların on yıllar önceki iradeye hala sahip olduğunu gösteriyor. Ama şu an geçmiştekine göre çok daha fazla baştan çıkarıcı şeyle bombardımana uğruyoruz. Psikolojik sistemimiz bütün bu potansiyel hazlarla uğraşacak donanıma sahip değil.”

Önceki jenerasyondan insanlara bakıp, öz disiplinlerine imrenebiliriz. Bir dövüş sanatları ustası olarak, geçmişteki ustaların hikayelerini nasıl okuduğumu ve onlar gibi saatlerce çalışmadığım için kendime kızdığımı hatırlıyorum. Bununla birlikte, neslimizin önceki nesiller gibi işine düşkün olmamasının sebebi karakterlerimizdeki eksiklik değil. Bunun sebebi bizi çevrelemiş olan dikkat dağıtıcı şeyler. Acaba o dövüş ustaları her an bağlanabilecekleri Facebook, Twitter ve Youtube’a sahip olsalardı, kendilerini yine aynı şekilde adarlar mıydı? Sanırım bu sorunun cevabını asla bilemeyeceğiz.
 
İradeyi Geliştirmek İçin: Meditasyon

Güzel haberse eğer irademiz için zaman harcayarak beyin egzersizleri yaparsak, irademizi güçlendirebiliriz.

Meditasyonun iradeyi güçlendirmek için en iyi yollardan biri olduğu kanıtlanmıştır. Bu konudaki araştırmalar 3 saatlik meditasyonun öz-kontrolü ve odaklanma yeteneğini artırdığını, 11 saatlik meditasyonun ise beyinde görünür değişiklikler yaptığını göstermiştir.

Peki, neden bu kadar etkili?

Meditasyon prefrontal kortekse kan akışını artırır. Görünen o ki, beyin kaslarla aynı şekilde adapte oluyor: şınav çektiğinizde kol kasları kazanıyorsunuz, meditasyon yaptığınızda da öz-kontrolden sorumlu bölgelerdeki sinirsel bağlantıları geliştiriyorsunuz.


İradenizi güçlendirmek için en iyi yol hangisidir?

Kelly Mcgonigal şu meditasyon tekniğini kullanarak, prefrontal kortekse kan akışını hızlandırıp, beynin potansiyelinin çoğunu kullanabileceğimizi söylüyor:
 
1. Kıpırdamadan Oturmak

İster ayaklarınız yerde olacak şekilde bir sandalyeye, ya da bağdaş kurarak yere oturabilirsiniz. Hareket içgüdülerine karşı gelmeye çalışın: dürtülere ve karıncalanmaları görmezden gelip gelemediğinize bakın. Kıpırdamadan oturmak meditasyonun önemli bir parçasıdır çünkü içgüdülerinizi otomatik olarak takip etmemeyi size öğretir.
 
2. Dikkatinizi Nefesinize Verin

Gözlerinizi kapatın ve nefesinize odaklanın. Nefes alırken içinizden “nefes al”, verirken de “nefes ver” deyin. Zihninizin başıboş dolaşmaya başladığını fark ettiğinizde, onu geri getirin ve nefesinize odaklanmaya devam edin. Bu prefrontal korteksi aktive ederek, beyninizin stres ve istek merkezlerini sessizleştirecektir.
 
3. Nefes alma hissini ve zihnin nasıl başıboş dolaştığını Fark Edin
 
Birkaç dakika sonra, “nefes al”, “nefes ver” kelimelerini içinizden söylemeyi bırakın ve sadece nefes alma hissine odaklanın. Zihniniz bu kelimeler olmadan biraz daha fazla başıboş dolaşabilir. Ama, zihninizin başka bir şey düşünmeye başladığını fark ettiğinizde, dikkatinizi nefes alış verişine geri getirin. “Nefes al” ve “nefes ver” kelimelerini odaklanmak için birkaç defa söyleyebilirsiniz. Sonra tekrar sadece nefes alıp vermeye odaklanın. Bu bölüm hem öz-bilinçlilik hem de öz-kontrol özelliklerini eğitmeye yardımcı olacaktır.

İlk başladığınızda meditasyonu çok zor bulabilirsiniz. Bu tamamen normal: günlük hayatımızda, genellikle zihnimizin ne kadar dağılmış ve gürültülü olduğunu fark edemeyiz. Nefes almaya odaklanmaya çalışırken kıpırdamadan oturmak bütün o karışıklığı dikkat alanımıza getirir. Ama, meditasyonda ne kadar kötü olduğunuz önemli değil: araştırma günde 5 dakika meditasyonun bile öz-kontrol ve öz-bilinçlilik noktalarında size yararlı olacağını gösteriyor. Küçük başlamaktan korkmayın.
 
Sonuç: Kendinizi Hırpalamayın

Bence bu araştırmadan çıkarabileceğimiz en önemli sonuçlardan biri şu: iradesizliğimizle ilişkili olduğunu düşündüğümüz başarısızlıklarımız yüzünden suçlu hissetmeyi ve kendimizi suçlamayı bırakmalıyız. Ki baktığınızda, irade eksikliğimizin sebebi beynimizdeki kimyasalların bir sonucu, karakter eksikliklerimiz değil. Kaslardan sınırsız ağırlığı taşımasını beklemiyorsanız, beynin de limitsiz bir iradeye sahip olmasını bekleyemezsiniz. Şunu anlamalısınız ki fiziksel gücünüzü artırmak için nasıl egzersiz yapıyorsanız, iradenizi artırmak için de beyni çalıştırmalısınız. Zafer için meditasyon! 


DEVAMINI OKU

SOSYAL AĞLAR


İZLEYENLER

Blog Arşivi

HER GÜN MUTLAKA

NE ARADINIZ, YARDIMCI OLALIM?

Kişisel Blog

Copyright © Benden ve Bizden | Powered by Blogger
Design by Lizard Themes | Blogger Theme by Lasantha - PremiumBloggerTemplates.com